Ümran Avcı – “Ağıtların Tanrısı” isimli otobiyografik bir anlatı ile üç serilik resimli çocuk kitabı bulunan Sepin Sinanlıoğlu, bu kez “Hoyrat” romanı ile okurlarıyla buluştu. “Hoyrat”; Miran ile Leyla’nın aşkı üzerinden Ermeni bir ailenin kırık dökük hikâyesine odaklanıyor. Bitlis, İstanbul ve ABD üçgeninde gelişen roman aile kurumunun sahiciliğini sorguluyor. Yazar; konuşulmayan, üstü kapatılan yaraların, mühürlenip hafızanın en kuytu köşelerine saklanan sırların kuşaklara nasıl sirayet ettiğini anlatıyor. Kitabın adı ise metindeki “Zamanı hoyrat kullanmak sekizinci günahtır” alt mesajından geliyor. Sinanlıoğlu ile hayattaki mağdur ve galiplerin hikâyesi olan “Hoyrat”ı ve edebiyatı konuştuk…
■ Aile kurumu masaya yatırıyorsunuz. En yakınındakinin bile yarasını bilemeyebiliyor insan. Muhatabını bulamayan öfkelerin acısı en masumlardan çıkarıyor maalesef.
Sanki şöyle bir şey, bebek doğuyor, önünde hayat olarak iki nehir yatağı var, önce ilkinde akıp büyümesi lazım. İlki her şeye rağmen, ne yaparsa yapsın sevildiği, hiçbir şey için suçlanmadığı çocukluğu. Ama nehir bu çocukluk vaadini yerine getiremiyor. Ya da yarım yamalak yerine getiriyor. Bir zaman geliyor, çocuğun artık diğer nehir yatağına geçmesi lazım. İkinci nehir yatağı kendi benliği, varoluşun ondan istediği neyse yerine getirdiği kendiliği, yetişkinliği. Birinci yataktaki utandırma, suçlama ve sakınma ile ıskalananlar yüzünden ikincisine geçiş sadece bedenen oluyor, büyümeden. İkinci yatakta debelenir, cebelleşirken, belki bir ihtimal aşka düşüyorsun. Aşk, aşkın kimlikleri kale almayan has hâli, en yakın ilişkin, en mahremini açtığın, bedenen birleştiğin kimse işte onunla ilişkin, bunlar birinci yatakta ıskalananları onarım için yeni bir şans. Çoğu zaman hunharca teptiğimiz bir şans.
■ Hrant Dink’in hayaleti hikâye boyu hissettiriyor kendini.…
Romanı gerçeğin temsili olarak düşünürsek evet güvercini Hrant Dink olarak düşündüm, öldüren kediyi de okur tanıyacaktır, bir kişide toplanmış kötülük aygıtı diyeyim. Bu detayı yakalamanız beni mutlu etti, teşekkür ederim. Bitlis’te çay başında def çalan adamı da W. Saroyan olarak hayal ettim. Bir temsil olarak yani yoksa zamansal olarak da mantıksal olarak da Saroyan’ın orada olması mümkün değil. Edebiyatın söylenmeyeni söyleyebilme olanağına âşığım ben. Boşluklarda konuşabilmesine… Söylenmeyende bir büyü var, sözcüklerle o büyünün peşinden gidiyorum. Gündelik hayatımda sesim gür çıkar ama edebiyat o gürlüğü notalara çevirmemi -naçizane- mümkün kılıyor. “Ağıtların Tanrısı”ndaki gerçek anlatısı “Hoyrat”ta temsile döndü, edebiyatın bu gücünü eşsiz buluyorum.
■ Hayatın kilit noktası ‘anne düğümü’. Ebeveynlerin açtığı yaralar en zor kapananı, belki de kapanamayanı…
Edebiyatta anne yarasını göstermek bazı açılardan zor, bir kere anne gidemiyor. İstisnalar var tabii ama çoğu zaman anne kalıyor, gidemiyor. Babalar gidebiliyor, babanın yokluğu terk üzerinden aktarılabiliyor. Annenin varken yokluğu gözle görülmez ve yoğun bir hâl. Çok insan gördüm, anne yarasız insan görmedim.
‘Hem kıyamet hem cennet’
■ Marangozluk yapan Miran mesleğinin, içindeki sesleri susturmayı öğrettiğini söylüyor. Ağaçlara verdiği şekillerle kendini avutup ifade ediyor. Bu yanı yazı işçiliğiyle benzer. Onun için ağaç can suyu, edebiyatçılar için de kalem… Bu yönüyle ortak bir duygudaşlık yaşadınız mı kahramanınızla?
Kahramanlarla duygudaşlıktansa metnin bütünüyle hücresel bir yakınlık duyuyorum, metni, karakteriyle, diliyle, biçimiyle, ritmiyle bir bütün olarak seviyorum. Karakterleri merak ediyorum, zihnimin onlara giydireceklerini merak ediyorum. Yazarken zihnimin içine göktaşı gibi düşen imgelerin sözcüklere çevirisi beni terbiye eden bir süreç, belki o açıdan bir benzerlik vardır.
■ Bu arada ağaç işçiliği, marangozluk üzerine inanılmaz bilgiler var… Hangi enstrümanın hangi ağaçtan yapılması gerektiğini bile anlatıyor roman kahramanı. Epey çalışmış olmalısınız.
Kendim çok çok başlangıç seviyesinde marangozluk yapmaya gittim, hemen bir sokak ötemde, bir kadın mahallelimin dükkânına. Marangozluk, harmonyum, Bitlis, Kars, Kınalıada, yemek kültürü üzerine okudum, araştırdım, izledim, gittim gördüm, röportajlar yaptım, notlar aldım, ustalarla buluştum. Roman yazmanın en keyifli kısımları bunlar, sözcüklerin melankolisi henüz kendini göstermemiş, algım henüz içimden başka bir şey göremez olmamış, dışarıda olan biteni gözlemleyebildiğim zamanlar. Sonrası hem kıyamet hem cennet.